Ölmeye Yatmak Romanında Toplumsal Dönüşüm ve Toplumsal Cinsiyet
Yıldız Öztürk
(Bu yazı Kasım 2013’te İAÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün düzenlediği sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur.)
Özet
Adalet Ağaoğlu (1929-…)’nun “Ölmeye Yatmak” isimli romanı ilk kez 1973 yılında yayımlanmış olup, “Dar Zamanlar” üçlemesinin birinci kitabıdır. Yazar, roman karakterlerinin gözünden bir taraftan Türkiye’nin yakın tarihine ışık tutup toplumsal dönüşümleri incelerken diğer taraftan bu dönüşümlerin bireylerde bıraktığı izler üzerinden kişisel tarihlere yönelmiştir. Böylece bireysel yaşamlarda toplumsal belleğin etkileri ve yansımaları, özellikle Aysel karakterinin dünyasından okuyucuya aktarılır. Bu aktarımlarda ortaya çıkan ana temalar modernleşme, yurttaşlık ve birey aydın kadın kimliği sorunsallarıdır. Aysel’in bir iç hesaplaşmadan öteye giden ve toplumsal sorgulamalarla birleşen intihar girişimi, bir otel odasında 1 saat 27 dakika sürecektir. Romanda öznel bir zaman dilimini temsil eden 1 saat 27 dakika, nesnel zamansal süreçte 1938–1968 yıllarını kapsayan 30 yıllık Türkiye tarihine işaret etmektedir.
Bu süreç Aysel’in kişisel yaşam öyküsünü -ilkokulu bitirmesinden ölmeye yatmak amacıyla bir otel odasına gitmesine kadar- tarihsel, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel dönüşümler etrafında anlatılmıştır. Makalede “Ölmeye Yatmak” romanı toplumsal dönüşümler ve toplumsal cinsiyet bağlamında ele alınarak incelenecektir.
İlk olarak, Aysel’in çocukluğunun geçtiği erken Cumhuriyeti döneminde ulus inşa sürecine değinilecek, ardından Kemalist modernizasyonun toplumsal cinsiyet kodları üzerinde durulacak ve Aysel’in yaşadığı çelişkiler, bu çelişkilerin tarihsel, toplumsal ve kültürel boyutlarına yer verilecektir.
I. Cumhuriyet Epistemolojisi
Cumhuriyet projesi Türkiye’de “modern”/”Batılı” bir devlet kurma amacı doğrultusunda, tek dil, tek din ve tek millet vurgusuyla, Türkiye’de yaşayan herkesi “halk”, “vatandaş” ya da “millet” çatısı altında birleştirerek homojenize bir topluluk oluşturmayı hedeflemiştir. Bu hedef doğrultusunda milliyetçilik ve çağdaşlaşma paradigmaları doğrultusunda formel ve informel kurumlar aracılığıyla Türk kültürünün gelişmesi için devlet eliyle eğitim ve modernleş(tir)me seferberliği başlatılmıştır.
Pozitivist bakış açısının ilerleme ilkesiyle bağlantılı ele alınan çağdaşlaşma olgusu ulusal kültür ve uluslararası medeniyetin sentezlenmesi şeklinde teorize edildi. Kasaba’nın ifadesiyle, “Mustafa Kemal, Türkiye’de yaşayan herkesin düzgün ve çizgisel bir modernleşme sürecinden geçmesini öngörmüştü. Bu sürecin sonunda Batı’nın uygar ulusları ile eşit düzeyde laik, etnik açıdan homojen bir cumhuriyet ortaya çıkacaktı.”[1] Bu anlayışa göre, Batı’nın yalnızca bilimsel ve teknolojik gelişmeleri örnek alınırken, ulusal kültür ve değerlerin yabancı etkilere kapalı tutulması öngörülmüştür. Mustafa Kemal’in “fikirlerimin babası”[2] dediği Ziya Gökalp (1876–1924) tarafından geliştirilen milliyetçilik ve ulusal kültür kuramı, Osmanlı İmparatorluğu öncesine Orta Asya’ya atıflar yapılarak yorumlamıştır.[3] Buna göre, Müslüman olmadan önce Orta Asya’daki yaşam tarzlarıyla Türklerin, siyasal (devlet yönetimi) ve toplumsal açılardan (kadın-erkek eşitliği gibi) demokratik, ilerici ve gelişmiş oldukları ileri sürülmekteydi. Afet İnan (1908–1985) da Gökalp gibi bir yandan eski Türk devletlerine göndermede bulunarak, Medeni Bilgiler kitabında olduğu gibi; “‘Türk Devleti’ tarihin en eski devirlerinden beri kurultay geleneğine dayandığı için içkin olarak demokrattır. Bunu sadece son dönem müstebit paşalar bozmuştur”[4] yorumunu yapmakta, diğer yandan çağdaşlaşma ve Batılılaşma arzusunun itici gücüyle, “bir ırk olarak Türk halkı görüntü olarak Batılı halklara çok yakındır”[5] ifadesiyle Kemalist modernleşme projesinin çelişkili yanını ortaya çıkarmaktadır. Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi, aynı zamanda sosyolog Émile Durkheim’ın (1858–1917) çatışmadan ziyade dayanışma ve bütünleşmeden yana olan korporatist, işlevselci toplumsal teorisinden beslenmiş, sınıfsal, dinsel, etnik ve cinsiyet farklılıklarına vurgu yapmamıştır. Bütün bunlara ek olarak, Kadıoğlu Cumhuriyet epistemolojisinin iki ayırt edici özelliğinden söz eder: “(…) bu epistemoloji cumhuriyet seçkinlerinin Doğu/Batı arasında yaptığı özcü bir ayırım ile modernist bir eğilim içinde biçimlen[miş] ve medeniyeti toplumsal bir erek olarak tanımlayan cumhuriyet seçkinlerinin bu amaçla geliştirdikleri ‘yönetici’, ‘yukarıdan biçimlendirici’, ‘inşa edici’ toplumsal mühendisliktavrıdır.” [6]
Toplumsal mühendislik tavrı aşağıdaki bölümlerde eğitim, kadın kimliğinin oluşum süreci ve modernleşme çerçevesinde ele alınacaktır.
Toplum mühendisliği, modernleşme ve eğitim
Cumhuriyet’in kuruluşu aynı zamanda yeni bir ulus yaratma projesine dönüştüğünden, tüm farklılıkları tek potada eritme yaklaşımı, eğitim kurumları aracılığıyla da bu anlayışın tabana yayılması hedeflemiştir. Yeni devletin toplumsal yapılanması ve yurttaşlık söylemi, “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle”nin; tek dil, tek din ve bir millet anlayışı çerçevesinde, düşük katılımlı bir siyasal rejime işaret etmektedir. Bu doğrultuda, ilk olarak Cumhuriyet için tehdit oluşturabilecek kurumların tasfiye edilmesi söz konusu olmuştur. Berkes’e göre bu noktadaki en önemli adım, devletin değerlerini eğitim aracılığıyla ülkenin her köşesine yaymaktır: “Cumhuriyet’in değerlerini savunacak, ona sahip çıkacak yeni bir kuşak; Cumhuriyetçi yurttaşlar kuşağı yetiştirmek üzere köklü bir eğitim atılımıdır. Bunun devamı olarak, Cumhuriyet’i bütün yönetim birimleri ve sadık bir bürokrasi ile yurdun dört bucağına yayar.”[7] Cumhuriyet’in ilk kuşak öğrencilerinden olan Aysel ve arkadaşlarının omuzlarına yüklenen en büyük sorumluluk, yeni devletin sürekliliğini sağlamak ve ilkelerini korumak olarak özetlenebilir. Dolayısıyla bu kuşak öğrencilerinden beklenen, öğrenimlerini bir an önce tamamlayıp ülkelerine yararlı insanlar olmalarıdır. Ayrıca talep eden yurttaş/birey anlayışından çok, devletin ideolojik perspektifiyle belirlenmiş, devletine borçlu, bu nedenle görevlerle yükümlü yurttaş anlayışı bu kuşağın baskın özelliğidir. Eğitim sisteminde dikte edilen yurttaşlık anlayışını Kadıoğlu şu şekilde özetlemektedir: “Cumhuriyet Türkiye’sinin en ideal öğrencileri, soruların cevaplarını bilen, ancak kendileri soru sorma alışkanlığı edinmemiş kişiler olarak yetişmişlerdir.”[8] Aysel’in, cebir dersinde cesaret ederek sorduğu bir soruya öğretmeni, “senin beynin karışmış son zamanlarda. Bundan nasıl bir problem çıkabilir ki Aysel? Senin anlatmaya çalıştığın problem o ise, o çoktan çözülmüştür: X+Y+Z= İmtiyazsız Sınıfsız Kaynaşmış Bir Kitle” cevabını vermiştir.[9]
Romanda, yukarıdaki yurttaş betimlemesine uyum gösteren karakterlerden birisi “ilim-irfan ordusu”na “nefer”ler yetiştiren Dündar Öğretmen’dir. O, “kendini Cumhuriyet’in ideallerine adamış, yaptığı işe inanan, onu ciddiye alan, özverili, içten, küçük manevi doyumlarla mutlu olan tipik idealist öğretmendir. ‘Yukarıdakiler’den nasıl korkuyor ve çekiniyorsa, dişini geçirebildiği ‘aşağıdakiler’e, öğrencilere yeri geldiğinde bir tokat aşkedebiliyor, ‘adam etmek için’ kulak çekebiliyor.”[10] Romanın “Doğdu Gün Işıkları Ülkü’nün“ya da”Işık Yolu Cumhuriyet” bölümlerinde Cumhuriyet’in eğitim politikaları hakkında ayrıntılı veriler bulmak mümkündür. Bu bağlamda, Aysel bir otel odasına geldiğinde günün hangi saati olduğunu ayırt edemeden yatağa uzanıp “ölmek” için savaşırken, zihninde devam eden sorgulama sürecinden bir çocukluk anısı vücut bulur: İlkokul mezuniyet müsameresidir bu. Merkezden gelen emirle Aysel’in öğretmeni Dündar Öğretmen öğrencilerine, Batı’ya açılmanın bir yolu olarak görülen polka ve ülkenin “büyüklerini” öven çeşitli tiyatral etkinlikler yaptırmaktadır. Ancak okulun ilk mezuniyet müsameresinde çocukların dans sırasında birbirlerine dokunmaktan ürkmeleri/çekinmeleri ile “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” fikriyatı arasındaki tezatlık, okuyucunun zihninde “trajikomik” bir sahnenin canlandırılmasına neden olur. Bele’nin yorumuyla, “köylülerin gelenekselliklerine, ataerkil aile yapılarına, “bağnazlıklarına” ve yoksulluklarına karşın, Cumhuriyet’in ilerici düşüncelerine inanmış Dündar Öğretmen, yılsonu müsameresinde kız ve erkek çocukları aynı sahneyi paylaşmaya “zorlamıştır.”[11] Bu gösteride kız ve erkek çocukların dans aracılığıyla bedensel iletişim kurmaları ve birlikte sahneye çıkmaları ailelerin de tepkisini çekecektir. Bu durumu doğal karşılayan iki ailenin de bürokrasi içinden (savcı ve kaymakam) olmaları Kemalist modernleşmenin seçkinci söylemin sınıfsal düzeyine işaret etmektedir. Köydeki ailelerin neredeyse tamamının, yılsonu gösterisine kuşkuyla yaklaşması gibi, Aysel’in babası da çevrenin dedikodusundan korktuğu için Aysel’i sene sonu müsameresine çıkarmak istemez. Belediye başkanının araya girmesi ve Aysel’in babası Salim Efendi’yi ikna etmesi sonucunda Aysel müsamereye dâhil olabilir. Bürokrat bir aileden gelen ve Aysel’in sınıf arkadaşı olan Aydın’ın[12] Aysel’e yönelttiği eleştirilerde, Batılılaşmayı sindirememe vurgusu ön plana çıkmaktadır: “Atatürk inkılâplarına böyle karşı gelirse belediye reisine dükkânını kapattıracağını söyledi de müsamereye öyle çıkabildi. Zavallı Aysel! O hiç Ulu Önder’imizin istediği gibi bir Türk kızı olamayacak bana kalırsa. Muaşeret dersimizde öğretmen anlattı: Avrupa’da kızlar, erkeklerle rahat rahat arkadaşlık ederlermiş… İleride, daha büyüyünce, bizim de kız arkadaşlarımız olacakmış.”[13] Akatlı’nın ifadesiyle, Aysel’in eğitim metodolojisinde Batıcı Cumhuriyet ideolojisi egemenken ailesi “geleneksel” yaşam pratikleri içinde yer aldığından roman boyunca Batıcı Cumhuriyet ideolojisi ile ailesinin yaşam tarzı ve alışkanlıkları sürekli karşı karşıya gelmektedir.[14] Bu noktada bir karşı karşı geliş söz konusu gibi görünse de aslında, Cumhuriyet’in söylemde “ilerici” pratikte muhafazakâr tavrı aydın olarak Aysel’i ölmeye yatmaya götüren temel unsurdur. Türkiye modernleşme deneyimindeki “inşa edici zihniyet”[15] Aysel karakteri dışındaki karakterlere de arada kalmışlık hissiyatı vermektedir. Örneğin, İsmet İnönü’yü savaş sırasında Ankara’ya götüren jandarmalardan biri olmaktan övünen Aysel’in babası Salim Efendi, yeni rejimin bazı uygulamalarını benimseyememekte ve huzursuz hissetmektedir. Aysel’in eğitim-öğretim hayatına devam etmek için Ankara’ya gittiği süreçte, Salim Efendi’nin ağzından dökülen şu cümleler onun iç huzursuzluğunu ve iç sıkışmasını yansıtır: “Cumhuriyet’in bir kötülüğünü gördüm diyemem, şurası kötüdür desem diyemem. İnönü’nün jandarmasıydım ben, ta nereden nereye ağdırırken onu. Ama bu Cumhuriyet’in işime gelmeyen bir yanı da var. Şudur, diyemem. Kızı okutmak ilçede yakına-uzağa kızını şehirlere salıvermiş dedirtmek… Sade bu mu içimi durmadan boğuveren?”[16] Romandan anlaşıldığı üzere Salim Efendi’yi boğan düşüncenin sadece Aysel’le ilgili olmadığı görülmektedir. “…Oğlu okuryazar olduğundan bu yana boğulmakta. Öğretmene rastladıkça boğulmakta. Kaymakam mahfellerde, bayramlarda, kalkınan ışıklı bir ülkeden söz ettikçe boğulmakta. Şakir Ağa, erkâna rakı sofraları kurdukça, bağına bahçesine kuzu çevirmeye götürdükçe onları boğulmakta. Onu, Belediye Reisi’nin kolunda, şosede dolaşırken görüp görüp boğulmakta. Onun öğretmenden yanak aldığını görüp boğulmakta.”[17] Onun isyanı, salt “merkez”i temsil eden kurumlar ve ilişkiler bütünüyle entegre olamamasından kaynaklanmamaktadır. Aynı zamanda paternalist menfaatler çerçevesinde devleti temsil eden kurum ve bireylerle ticaret burjuvazisi ve toprak ağaları arasındaki temasta köylüyü dışlayarak ezen bu anlayışa içten içe karşı çıkmaktadır.
Toplum mühendisliği, modernleşme ve kadın kimliği
İlkokul eğitiminin ardından eğitim-öğretim hayatına devam etmek için Ankara’da teyzesinin yanına yerleşen Aysel, bir “garden party”de dansla ilgili farklı bir deneyim daha yaşayacak ve bu deneyimi Semiha’ya yazdığı mektupta şöyle ifade edecektir: “Dündar Öğretmen’in o kadar çabalayıp da bize zorla yaptırdığı işin böyle artık tabii bir şey oluşu çok hoşuma gitti. Fakat eniştem, yanımıza gelip de beni birlikte dans etmeye çağıran kırmızı saçlı bir oğlanı azarlayınca çok utandım. Ne olsa eniştem de benim yanlarında emanet olduğumu düşünüyor… Ancak sen de bilirsin ki, biz kendimizi bildikten sonra ne olacak değil mi? Biz, Türk erkeklerine hep kardeşimiz gözüyle bakarız ve bakmalıyız.”[18]
Türkiye modernleşme hareketinin ve bununla beraber Cumhuriyet reformlarının toplumda homojenize biçimde yayılamayışı dış görünüm[19] ve biçimsel olanın ön plana çıkmasına neden olurken, içeriğin ya da öznenin kendisi nadiren odak noktaya konularak tartışılmıştır. Romanda Aysel’in Ankara’da orta öğrenimine devam ettiği dönemde “geleneksel” davranış kalıpları içerinde olması onun arkadaşları tarafından yadırganmasına neden olacaktır.
Türkiye modernleşme hareketi cinsiyet kodlarının iktidarla eklemlenmesiyle farklı denetim, etik ve estetik değerlerin yüceltilmesine neden olmuştur. Göle, kadınların fiziksel görünümlerinde ön plana çıkarılan değişimleri özetlerken Anadolu kadını hem “kurtaran” hem de “kurtarılan” olarak tanımlayarak, kentlerde ise günlük yaşamın Batılı tarzda yeniden düzenlenmesine dikkat çekmiştir: “Medeni ve medeni olmayan davranışların ayırımları estetik değerleri de biçimlendirmiştir. Anadolu kadını Cumhuriyet reformlarını ‘yozlaşmaktan’ kurtaracaktır, reformlar da onu İslam dininin taassubundan. Kemalist kadınlar böylelikle medeniyet ile millet arasındaki köprüyü kurmaya çalışacaklardır. Kadınların kentsel mekânlarda görünmeleri ve erkeklerle bir arada toplumsal yaşama katılmalar, karı koca beraber gezmelere gitmeler, baloların tertip edilmesi, akşamüstü gidilen pasta salonları vb. ‘ecnebi adetleri’ itibar görmekte, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki yenilik cereyanlarını oluşturmaktaydı.”[20] Romanda Aysel’in Ankara’da katıldığı, yarı Türkçe yarı Fransızca konuşmaların yapıldığı “garden party”ler benzer bir anlayışın ürünü olarak, “medeni” bir toplumun olmazsa olmaz eğlence anlayışını yansıtmakta, ayrıca kadın ve erkeklerin kamusal alanda, Kemalist söylemle çizilen sınırlar çerçevesinde, sosyalleşmelerini sağlamaktadır. Cumhuriyet ilkelerini benimseyen ve bir “Atatürk genci” olarak tüm ödevlerini yerine getiren Aysel, Ankara’da yaşadığı sürece “Batılı” yaşam tarzına uygun davranışlar sergilese de okul arkadaşları ve öğretmenlerinin gözünde, taşralı/geleneksel/köylü kimliğinden “kurtulamayacak”tır. Cumhuriyet’in halkçılık ilkesinin köycü söyleme eklemlenerek köylüyü yüceltme girişimi ya da köylünün milletin efendisi olma durumunun gündelik yaşamda pek fazla itibar görmediği, köylü/kentli dikotomisinin pratik olarak tecrübe edildiği ifade edilebilir. Kısacası, günlük yaşamda “modern” ya da “geleneksel”in, hem açık hem de gizli statü ve sınıf kodları aracılığıyla yeniden üretilmekte olduğu söylenebilir. Aysel’in okulunda oynanacak bir piyeste, ona “köylü kızı” rolü verildiğinde, iç burkulması yaşayacak ve Semiha’ya yazdığı mektupta duygularını şu cümlelerle anlatacaktır: “Adı Vatan ve Vazife olan piyesteki bir okullu küçük kız için Melahat Öğretmen benim rol almamı istedi. Fakat Melahat Öğretmen niye beni seçti bilmiyorum. Bizim sınıfta dolu memur kızı var hâlbuki. Duyduğuma göre, piyesteki kız, bir köylü kızı olacakmış. Başta öğretmenlerim olduğu halde, okulda beni hala köylü görmelerine elbette üzülüyorum. Herkesin önlükleri dizinin üstünde, benimki dizimin altında. Herkesin saçları kısa, benimki hala iki örgü. Eh, beni köylü görmelerinde, bir yanda da haksız değiller doğrusu. Fakat neden? Övünmek için söylemiyorum tabii, ama biz de köylü değiliz ki… Tarlada tabanda çalışan insanlar mıyız?”[21]
II. Cumhuriyet’in Medeniyet İmgesi: Kadınlar
Siyasal rejimlerin kadınların toplumsal görünürlüğü üzerinden siyaset yapmaları hem Osmanlı hem de Türkiye tarihinde deneyimlenmiş; bu durum kadınların dış görünümünden[22] toplumsal rollerine kadar zaman zaman iktidar(lar)ın propaganda aracı olarak işlev görmüştür. Cumhuriyet’in inşasındaki elit kadro açısından Osmanlı toplumunun topyekûn dönüştürülmesi, önemli bir sorundu. Bora-Sayılan’ın belirttiği gibi, “toplumun modernleştirilmesi bütün yaşama kodlarının, zihniyet dünyasının yeniden şekillendirilmesi anlamına geliyordu. Bu noktada gelenek ile çatışmaya girilmesi kaçınılmazdı. Kadınlar hem geleneksel olarak nitelenen eski toplumun, hem de kurulacak yeni ‘modern’ toplumun birer simgesi olarak, ideolojik mücadelenin odağında yer aldılar. Bu bağlamda kadınlar bir yandan ‘karanlık’ geçmişin, öte yandan yeni kurulan ‘aydınlık’ toplumun simgesi oldular”[23] Kemalist “medenileştirme” projesinin görünürlük ve somutluk kazanması açısından, toplumsal mühendislik tavrıyla, çağdaşlığın sembolü olarak kodlanan kadınlar, Berktay’ın deyimiyle, kamusal alana “fırlatılarak”[24], eğitim, çalışma ve siyaset dünyasında devletin desteği ve teşvikiyle yer almış oldular. Ancak bu destek, bazı istisnalar dışında, şefkat ve bakım isteyen, “kadın işi” olarak nitelendirilen, alanları işaret etmekteydi. Kadınların kadın kimliğinden sıyrılmış, nötr cinsiyetler olarak toplumsal yaşama katılmaları öngörülürken, aynı zamanda çalışma hayatında etek boyu ölçülü, koyu renk tayyörleriyle kadınlardan, “erkek yoldaş”larına rakip olmaktan ziyade destek olmaları beklenmekteydi. Bu çerçevede kadınların hayır kurumları ya da halkevleri gibi devletin desteklediği yapılar içerisinde olmaları desteklenirken, Durakbaşa’nın ifade ettiği gibi, “bağımsız kadın örgütlenmesi bu dönemde tam anlamıyla kesintiye uğradı. Devlet feminizmi[25] erkek egemenliğini hem özel alanda hem de kamusal alanda kollayacak olan, “zararsız” bir feminizm olarak resmileşti.”[26] Bu bakışaçısı, ulus-devlet olma yolundaki Türkiye Cumhuriyeti’nin milliyetçilikle eklemlenerek cinsiyetçiliği yeniden üretmesinin zeminini hazırlamıştır. İlk meslekler diziyle anılan (ilk pilot, ilk doktor, ilk avukat…) kadınlar, toplumdaki diğer kadınlara örnek olma misyonuyla ahlak, namus ve aile ile vatan ve millet gibi kavramlar arsında analoji kurarak resmi ideolojinin simgeleri haline gelmiştir. Kadıoğlu’nun ifade ettiği gibi önceden belirlenmiş davranış kalıpları çerçevesinde, bu hassas dengeyi tutturmak için kadınlar, geleneksel ile modernin ölçülü bileşimini kullanmalıydı. Yani, “bir uçta iffetsizliğe izin verecek şekilde çok modern, diğer uçta da yeni tarzlara ayak uyduramayacak ölçüde de çok geleneksel”[27] olunmamalıydı. İffetli-iffetsiz ikiliği “Ölmeye Yatmak”ta sık sık okuyucunun karşına çıkmakta, Aysel ile Behire’nin mektuplaşmalarında bu konuya da değinilmektedir. Aysel, bir mektubunda ilkokul arkadaşları Aydın’a rastladığını ve onunla konuştuğunu yazmıştır. Bu nedenle Behire Aysel’i sert bir şekilde eleştirecektir: “Yolda oğlanlarla dolaştığını öğrenince de sana kızdım doğrusu. Dolaştığın kimse Aydın yahut başka kim olursa olsun, doğru değil. Yakışık almaz. İstikbalde sana da namuslu bir hayat temenni eder[im].”[28] Romanda kadının özgürleşmesinin milli aile ve kadının erdemi ile ters düşmemesi gerektiği anlayışına vurgu yapılmakta kız çocuklarının sosyalizasyonunun bu bağlamda ele alındığına da değinilmektedir. Aysel karakteri, Göle’nin, Kemalist kadın tipolojisini ayrıntılı bir biçimde aktaran Adıvar örneğinde olduğu gibi kendisini ulusun gelişmesine adamış bir kişidir: “Ulusu için yararlı olmaya çalışan, siyasi alanda erkeklerin yanında yer alan, buna karşın müşfikliğinden bir şey kaybetmeyen ağırbaşlı, arkadaş, vatanın anası, halkçı kadın… Adıvar, Yeni Turan’daki kadın kahraman tipini betimlemek için ‘bir bakışta katiyen kadın ya da erkek insana cinsiyet hatırlatan bir şey yoktu’ ifadesini kullanır. Toplumsallaştıkça halkına yakınlaşan, fiziksel görünümünde sadeliği koruyan, süsten sıyrılmış, neredeyse kadınlığı unutturmayı başarmış, ülkü sahibi faziletli kadınlar cumhuriyet kadınlarının habercisidirler.”[29] Bu tanımlamadan hareketle romanda Aysel’in ağabeyi İlhan’ın arkadaşı tarafından Aysel için övgüyle söylenen “kardeşin mazbut, merbut, tam bir Türk anası olmaya namzet”[30] sözleri yukarıdaki kadın tipolojisinin yaygın biçimde onay gördüğüne işarettir.
Yukarıdaki bölümlerde de belirtildiği gibi, Türkiye Cumhuriyet rejiminin yurttaşı, sınırları dar bir çerçevede devletin verdiği haklar bağlamında, bireylerin devlete karşı vazifelerle yüklü olduğu, hak talebi yerine görev anlayışı içinde olan ve devletine karşı çeşitli yükümlülükleri bulunan kişiler olarak tanımlanabilir. Kadınlar açısından ise şartlı-yurttaşlık anlayışının aile, millet ve vatan üçlemesiyle bir sarmal haline büründüğü belirtilebilir. Aysel’in, ailesini karşısına alarak Ankara’da eğitimine devam etmesini takdir eden Ali, kadınların eğitimli olmasının faydasını, Mustafa Kemal’e atıfta bulunarak, milliyetçi bir yorumla annelik kurumuna bağlayacaktır. “Ne demiş Atamız? ‘Kadınlarımız, erkeklerimizden daha kültürlü, bilgili, uyanık, olmak mecburiyetindedirler. Şayet gerçekten bu milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar’ demiş.”[31] Kadınların yurttaşlığa kabulü, erkekler gibi doğrudan ya da “doğal olarak” değil annelik gibi bazı dolayımlarla gerçekleşmiştir. Bora-Sayılan’ın vurguladığı üzere, “Kadın bedeninin denetimi artık daha profesyonelce yapılmaya başlanmıştır: Aile odaklı yurttaşlık fikri yasalarla hukuksal alana taşınmıştır. Bu dışsal denetimin yanında vazifeler ile tanımlanmışlığından dolayı kadın, kendi eli ile içsel denetimi de devreye sokmuştur. Hukuksal eşitliğin bedeli, bireysel özgürlük alanının tamamı ile geri plana atılması olmuştur.”[32] Ancak bu kuşağın kadınları bir süre sonra Berktay’ın ifadesiyle, “heveskârlıklarına ve iyi niyetlerine rağmen bir yerden sonra, Aysel gibi hayal kırıklıklarını gizleyemez olmuşlardı.”[33] Bu bağlamda “Ölmeye Yatmak”, Cumhuriyet’in ilk kuşak kadınlarının egemen ideolojiyi ne denli içselleştirdiklerini ama aynı zamanda, bu projeden dışlandıklarını ve bunun sonucunda uğradıkları hayal kırıklığını çarpıcı bir biçimde yansıtmaktadır.
Mutlu görünen bir evliliği olan, öğretim üyesi, aydın, yetişkin Aysel’in, bir otel odasına intihar etmeye sürüklenmesi, öğrencisiyle yaşadığı cinsel ilişki deneyimi sonucunda gerçekleşmiştir. Aysel, aydın olma sorunsalını sürdürürken, kadın kimliğini geri plana itmiş, neredeyse kendi hayatıyla bilimsel çalışmalarının toplumsal faydalarını özdeşleştirmiştir. Bilimsel düşünen, görev bilinciyle hareket eden, çağdaş bir “Cumhuriyet kadını” olan Aysel’in “Dündar Öğretmen’in müsameresi ile başlayan zihinsel değişimi”[34] Engin’le yaşadığı pratikle beraber Cumhuriyet’in getirilerini, sınırlarını, dolayısıyla kendi hayatını tekrar yorumlamaya başlamasına neden olacak ve o, direnişini intiharda arayacaktır. “Hiçbir zaman özgür birey olamamıştır, çünkü gövdesi, doğal olarak kendisi tutukludur! Ölmeye Yatmak boyunca satır aralarına sinmiş bir sitem duyumsanır: Cumhuriyet’in kadın özgürlüğü bir yanılsamadan ibarettir.”[35]
Aysel’in ölmeye yattığı yataktaki sorgulamaları hayatının belki de en “özel”/”bireysel”/”yalnız” anı olmasına rağmen, kişisel tarihiyle toplumsal tarihi birbiriyle kesiştirmekte ve kendisini merak eden ailesinin onun kayboluşu hakkındaki yorumlarını merak ederek, aslında romanın bütününde olduğu gibi, başkalarının onu ne şekilde yargılayacağını düşünmektedir. Bu bağlamda, en radikal yorumun kız kardeşinden geleceğini düşünerek, kayboluşun ondan hiç beklenmeyen bir davranış olduğunu, Tezel’in şu şekilde ifade edeceğini kurgular: “Ne olmuş yani? Koskocaman kadın! Olduğu yerde daha ne kadar kazık kakacaktı ya? Kaçıvermiştir bir adama. Yoo ama, bunu yapamaz o. Bozamaz o güzelim düzenini. Korkar. Gömmüştür o öğretmen kafasını bir yerlerde, yine bir yığın rakamla dolu kitaplar üstüne. Yok efendim, Anadolu’da beslenme yetersizliğinden ölen çocukların oranı yüzde kaç, yok efendim oyunu kendi kendine kullanmasını bilmeyen kadın oranı şu.”[36]
Toplumsal ve kişisel bir deneyim olarak kadınlığı ve kendisinin bu alan içindeki konumunu sorgulamaya başladığı andan itibaren Aysel, Cumhuriyet idealleri dâhil, zihnindeki kodlarla örtüşmeyen keşiflerde bulunacak; Engin’le ilk kez uzun uzun sohbet ettiklerinin sabahında, bedeninin kendisinden bunca yıl kopuk oluşunun nedenleri üzerine düşünmeye başlayacaktır: “O sabahtan başlayarak ilk kez gövdemin elle tutulur, bakılır, görülür somut bir şey olduğunu anladım. Bütün o pedikürler, manikürler, geceleri yüzümü iyi bir kremle silişim, sabahları yüzüme hafif bir nemlendirici sürüşüm, kollarımın altına, orama burama talk pudraları serpişim, o sabaha değin sanki kadınlığımdan kopuk; sağlık,rahatlık için yapılmış birergörevdi, acaba hiç kendim olmuş muydum? Hiç kendimiz olduk mu? Görevlerin birlikte götürülmediği bir yerim oldu mu hiç?”[37]
III. Sonuç Yerine
Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa sürecinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde başlayan modernleşme hareketlerine paralel olarak, Batı örnek-model alınmıştır. Bu çerçevede yeni yapılandırılacak olan ulus devletin tüm kurumları “modern” olarak nitelendirilmiş ve Batı dünyasıyla girilen ekonomik, sosyo-kültürel ve politik ilişkiler ekseninde yakın geçmişteki bağlar tümden koparılmak istenmiştir. Kemalist modernleşme projesi pozitivist bir anlayışla, bu topraklarda yaşayan herkesin düz ve çizgisel bir modernleşme sürecinden geçmesini öngören bir toplum tasarısıyla, Batı medeniyetleriyle özdeş laik ve etnik açıdan homojen bir cumhuriyet kurgusu yapmıştır. Bu metinde, Kemalist modernleşme projesinin, Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” romanındaki Aysel karakteri üzerinden, toplumsal cinsiyet söyleminin analizi yapılmıştır. Bu kapsamda, yeni devletin söylemi, geçmişten devralınan ataerkil zihniyeti dikkate almayarak, yeni erkeği “çağdaş” unsurlar olarak betimlerken, yeni kadını da sosyo-kültürel, ekonomik ve hukuksal alandaki düzenlemelere rağmen, ailesine ve milletine karşı görevlerle yükümlü kılmıştır. Örneğin, hukuki temelde anayasa ile kadın haklarının güvence altına alındığı ifadesi, cinsiyetçi bakış açısının ya da cinsiyetçi iş bölümünün hukuki metinlere yansıtılmadığı anlamına gelmediği gibi[38]; kadınların ekonomik bağımsızlıklarını elde etmesi, hatta Aysel gibi profesyonel bir mesleğe sahip olmaları bile, gelirleri üzerinde denetimleri olduğu ya da özgür bireyler olarak toplumsal yaşama katıldıkları anlamını taşımamaktadır. Gerçekte, Kemalizm’in olumladığı kadın tipolojisi, toplumsal kimlik kazanılması uğruna cinsel kimliklerinden arınmış, gerektiğinde vatanı için çalışacak, gerektiğinde gelecek nesli yetiştirecek ilim irfan sahibi bir anne-kadın[39] modelidir. Yeni devletin toplumsal cinsiyet meselesindeki milliyetçi, pozitivist ve seçkinci tavrı, bazı kadınlar tarafından da kabul görmekte ve bu hegemonik söylemini onaylayarak Kemalist ideolojiyi yeniden üretmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki görece özgürlükçü, düşünsel, siyasal ve sosyo-kültürel ortamından etkilenmiş olan kadınlar, Cumhuriyet’in toplumsal cinsiyet anlayışını şekillendiren politik özneler olarak bu dönemde de çalışmalarını yürütmüşlerdir. Ancak Baykan’ın belirttiği gibi, “Türkiye’de kadınlar, cumhuriyetçilerle Osmanlı’nın dinsel düzenine sadık kalanların çatıştığı bir arena haline geldi. Tarihsel olarak, kadınlar, kendilerine yeni kimlikler örerek, özgürleşmek için çalışarak toplumsal değişimin özneleri oldular; ama aynı zamanda milliyetçi söylemlerce nesneleştirildiler.”[40]
Kendine “toplumsal kurtarıcı” rolü atfeden Aysel’in Engin’le birlikteliği onu cinsel kimlik arayışına ya da kadınlığının keşfine sürükleyecektir. Ancak bu sürüklenişte Engin’in kişiliği ya da bedenine duyulan aşktan çok, neredeyse aydın bir kadın olarak Aysel’in, yıllardır kitaplar ve bilimsel araştırmalarda okuyup incelemelerde bulunduğu işçi sınıfıyla bir bütünleşme söz konusudur. “Ölmeye Yatmak” romanındaki çarpıcı soru “toplumculuğun en ileri aşamasının, insanı bir bireyi yapmak”[41] olduğunu savunan Aysel’in kendisinin “birey” olup olamadığıdır.
KAYNAKÇA
Ağaoğlu, Adalet. Ölmeye Yatmak. 19. bs. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2007.
Akatlı, Füsun. Felsefe Kıyılarında. İstanbul: Afa Yayınları, 1989.
Atasü, Erendiz. “Edebiyattaki Kadın İmgelerinde Cumhuriyet’in İzdüşümleri”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998: 129-141.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 2, 1959.
Baykan, Ayşegül. “Nezihe Muhittin’de Feminizmin Düşünsel Kökenleri”. Nezihe Muhittin ve Türk Kadını. ed. Ayşegül Baykan, Belma Ötüş-Baskett. İstanbul: İletişim Yayınları, 1999: 12-38.
Bele, Tansu. “Ölmeye Yatmak: Bir Aykırılığın Romanı”. Kadın Gerçekleri. ed. Necla Arat. İstanbul: Say Yayınları, 1996.
Berkes, Niyazi. Unutulan Yıllar. İstanbul: İletişim Yayınları, 1997.
Berktay, Fatmagül. “Cumhuriyet’in 75 Yıllık Serüvenine Kadınlar Açısından Bakmak”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998: 1-11.
—————–. “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm”. Tarihin Cinsiyeti. İstanbul: Metis Yayınları, 2006: 88–111.
Bora, Aksu – Sayılan, Fevziye. “Resmi İdeolojide Kadın Hakları Söylemi”. Birikim. s. 105-106. İstanbul, 1998: 134–136.
Durakbaşa, Ayşe. “Cumhuriyet Döneminde Modern Kadın ve Erkek Kimliklerinin Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve “Münevver Erkekler”. 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998: 29–50.
Eyüboğlu, Ercan. “Dar Zamanlar Cumhuriyet’inde Ölmeye Yatmak”. 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru.İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998.
Göle, Nilüfer. Modern Mahrem. 5. bs. İstanbul: Metis Yayınları, 1998.
Gökalp, Ziya. Türkçülüğün Esasları. Ankara: Elips Kitap, 2006.
Göral, Özgür Sevgi. “Afet İnan”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2 Kemalizm. ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, Ahmet İnsel. İstanbul: İletişim Yayınları, 2002: 220–227.
Kadıoğlu, Ayşe. Cumhuriyet İradesi Demokrasi Muhakemesi. İstanbul:Metis Yayınları, 1999.
Kasaba, Reşat. “Eski ile Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm”. Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik. ed. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998: 12-29.
Keyder, Çağlar. “1990’larda Türkiye’de Modernleşmenin Doğrultusu”. Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik. ed. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998: 29–43.
Parla, Taha. Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm. 5. bs. İstanbul: İletişim Yayınları, 2006.
[1] Reşat Kasaba, “Eski ile Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, ed. Sibel Bozdoğan, ReşatKasaba (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998), 13.
[2] Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 5. bs. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006), 171.
[3] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Ankara: Elips Kitap, 2006), 18–24.
[4] Özgür Sevgi Göral, “Afet İnan”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 2 Kemalizm, ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, Ahmet İnsel (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), 222-223.
[5] age, 222-224.
[6] Ayşe Kadıoğlu, Cumhuriyet İradesi Demokrasi Muhakemesi,(İstanbul:Metis Yayınları, 1999), 20-21.
[7] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1997), 99’dan aktaran Ercan Eyüboğlu, “Dar Zamanlar Cumhuriyet’inde Ölmeye Yatmak”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998), 50.
[8] Kadıoğlu, age, 12.
[9] Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak, 19. bs. (İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2007), 217.
[10] Ercan Eyüboğlu, “Dar Zamanlar Cumhuriyetinde Ölmeye Yatmak”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998), 55.
[11] Tansu Bele, “Ölmeye Yatmak: Bir Aykırılığın Romanı”, Kadın Gerçekleri,ed. Necla Arat (İstanbul: Say Yayınları, 1996),134–135.
[12] Aydın romanın ileriki bölümlerinde Aysel’e âşık olacaktır.
[13] Ağaoğlu, age, 45.
[14] Füsun Akatlı, Felsefe Kıyılarında, (İstanbul: Afa Yayınları, 1989), 61.
[15] Keyder’e göre, tepeden inmeci modernleşme ile kendiliğinden oluşan toplumsal bir süreç halindeki modernleşme arasındaki en önemli fark, modernleştirici kadronun devlet gücünü ellerinde tutmaları ve tüm dönüşümleri kendi çıkarlarına göre şekillendirmeleridir. Çağlar Keyder, “1990’larda Türkiye’de Modernleşmenin Doğrultusu”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, ed. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998), 31.
[16] Ağaoğlu, age, 47.
[17] age, 47.
[18] age, 71
[19] “Türban” meselesinin de benzer bağlamda ele alındığı, fazlaca şekli bir tartışma zeminine konulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
[20] Nilüfer Göle, Modern Mahrem, 5. bs. (İstanbul: Metis Yayınları, 1998), 91–93.
[21] Ağaoğlu, age, 88–89.
[22] Nora Şeni’nin Kadın Bakışaçısından Kadınlar kitabı içindeki “19. Yüzyıl Sonu İstanbul Basınında Moda ve Kadın Kıyafetleri” makalesi toplumsal dönüşümlerin ve iktidarın kadın bedeni üzerindeki etkileri çerçevesinde incelenebilir.
[23] Aksu Bora-Fevziye Sayılan, “Resmi İdeolojide Kadın Hakları Söylemi“, Birikim, s. 105-106 (1998): 134-135.
[24] Fatmagül Berktay, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm”, Tarihin Cinsiyeti, (İstanbul: Metis Yayınları, 2006), 99.
[25] Şirin Tekeli (Kadın Bakışaçısından Kadınlar içinde) kadınlar açısından devlet feminizminin şizofrenik bir kimliğe neden olduğunu ifade eder.
[26] Ayşe Durakbaşa, “Cumhuriyet Döneminde Modern Kadın ve Erkek Kimliklerinin Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve “Münevver Erkekler”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998), 39–41.
[27] Kadıoğlu, age, 35.
[28] Ağaoğlu, age, 266.
[29] Göle, age, 80- 81.
[30] Ağaoğlu, age, 177.
[31] age, 97.
[32] Bora-Sayılan, age, 135.
[33] Fatmagül Berktay, “Cumhuriyet’in 75 Yıllık Serüvenine Kadınlar Açısından Bakmak”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998), 3.
[34] Eyüboğlu, age, 53–54.
[35] Erendiz Atasü, “Edebiyattaki Kadın İmgelerinde Cumhuriyet’in İzdüşümleri”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998), 135.
[36] Ağaoğlu, age, 188.
[37] age, 183.
[38] Bkz. Zehra F. Arat, “Kemalizm ve Türk Kadını”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998).
[39] “Şunu söylemek istiyorum ki, kadınlarımızın vezaifi umumiyede uhdelerine düşen hisselerden başka, kendileri için en ehemmiyetli, en hayırlı, en faziletkâr bir vazifeleri de iyi valde olmaktır.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 2, 1959, 112).
[40] Ayşegül Baykan, “Nezihe Muhittin’de Feminizmin Düşünsel Kökenleri”, Nezihe Muhittin ve Türk Kadını, ed. Ayşegül Baykan, Belma Ötüş-Baskett (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999), 21.
[41] Ağaoğlu, age,184.