“Sanat, Çalışanlarına Acı Çektiriyor”
Yıldız Öztürk
(İlke Yılmaz’la gerçekleştirilen bu söyleşi, Yeni E. Dergisi’nin 23. sayısında (Eylül 2018) yayımlanmıştır.)
Günümüzde, çalışma pratikleri üzerine düşünmeye başladığımız anda, hangi iş kolunda olursa olsun iktisadî, psiko-sosyal, siyasal ve kültürel alanları derinden etkileyen; teke tek bireysel yaşamlarda olduğu kadar toplumsal hayatın bütününde ağır sonuçları olan güvencesiz çalışma kavramıyla karşı karşıya geliyoruz. Sermayenin örgütlenmesindeki dönüşümler, üretim süreçleri ve emeğin niteliğini de etkilemiş; zamansız, mekânsız çalışma esnekliğinin yaratıcılığı tetiklediği görüşü yaygın bir argüman haline gelmiştir. Artık her yer ve zaman diliminde çalışabilen öznelerin ortaya çıkışıyla birlikte, neoliberal retorik bu ağır sömürü koşullarını, ortada emekçilerin lehine bir durum varmış gibi yansıtır. Oysaki bu anlayışa uygun istihdam biçimlerinin, özellikle kültür emekçileri ya da genel olarak gayri maddi emek üretenler üzerindeki baskıyı arttıran bir çalışma rejimine işaret ettiği ortadadır.
Böylesi bir çalışma ortamının kültür emekçileri, özellikle galeri / müze çalışanları, tarafından ne şekilde deneyimlendiğini anlayabilmek amacıyla sanatçı, küratör ve kültür yöneticisi İlke Yılmaz ile konuştuk.

Yıldız Öztürk: Kendinden de yola çıkarak, İstanbul’daki galeri / müze çalışanlarının sosyo-kültürel profili hakkında bilgi verir misin?
İlke Yılmaz: Çalışanların çoğu sosyo-ekonomik olarak orta ve orta üst sınıf, seküler ailelere sahip, iyi eğitim almış bireyler. Herkes akıcı bir şekilde en az bir yabancı dilde yazabilir ve konuşabilir durumda, hatta ortalaması genelde iki-üç yabancı dil diyebilirim. Çoğunun akademik yayını olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca en az birkaç kez belli başlı kültürel mecralarda, konferanslarda bildiri sunmuş ve bildirilerini yayımlamışlardır. Güzel sanatlar alanından mezun olanların yanı sıra iktisadi ve sosyal bilimler çıkışlı çalışanlar da mevcut. Sanat tarihi, tarih, kültür yönetimi gibi bölümlerden mezun olma düzeyi oldukça yüksek diyebilirim.
Y. Ö: Anlattıklarından nispeten homojen bir toplumsal grubun varlığından söz edilebilir gibi algılıyorum. Ama yine de, bu miras ve entelektüel birikimin herkes için eşit fırsatlar yaratabilmesi sanırım pek mümkün değil. Çünkü geleneksel sanayide olduğu gibi, kültür endüstrisi döngüsü içinde de tabakalaşmış heterojen bir yapının varlığı söz konusu. Sektöre baktığımızda vitrinin arkasındaki yoğun emek harcayan çalışanlar arasında daha çok galeri asistanları, asistan küratörler ve galeri koordinatörlerinin olduğunu; yine bu grubun kurumsal, zamansal ve sosyo-ekonomik açılardan daha da güvencesiz koşullarda istihdam edildiğini söyleyebiliriz. Bu durumu kültürel ve toplumsal sermayenin yanı sıra bir de cinsiyet, etnisite, gibi etmenlerle birlikte düşündüğümüzde nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz? Bu konuda senin deneyimlerinden söz eder misin?
İ. Y: Öncelikle bilindiği gibi kültür sektörü kadın çalışanı oldukça fazla olan bir mecra. Bunun yanı sıra LGBTİ+ bireyleri de bu alanda kendilerini saklamak zorunda kalmadıkları için görünürler. Toplumsal cinsiyet temsili açısından baktığımızda “özgür ve güvenilir” gözüken iş ortamı, çalışma koşulları açısından pek de güven teşkil etmiyor. Genelde koordinatörlük, asistanlık gibi titrlerin iş tanımı çok geniştir. Bu kişilerin çalışma günleri, çalışma saatleri yoğun ve esnek; aldıkları ücret ise düşüktür. Genelde yemek ve yol parası verilmez veya böylesi yan haklar işverenin insafına bağlı bir durumdur. Ve iş tanımlarının dışında birçok farklı işi de yapmak zorunlulukları vardır. Kurumsal sayılabilecek yerler dışında, özellikle galerilerde bir yandan sanatçının tanıtım yazısını yazan bir yandan da sanatçıların eserlerini hamal gibi taşımak zorunda kalan, çaycılık yapan galeri koordinatörlerini üzülerek de olsa görmüşlüğüm var. Sigortasız yıllarca çalıştırılan profesyonel dansçılar ve aynı şekilde sigortasız çalışmayı kabul eden kendileri hali hazırda sanatçı olan ünlü sanatçıların asistanları… Hatta hatırlarsan, yakın geçmişte çağdaş ressamlardan birinin İstiklal Caddesi’ndeki atölyesi sigortasız işçi çalıştırdığı için kapatılmıştı.
Dört ya da beş sene önce sanatçı asistanlarının çalışma koşulları ile ilgili röportajlar yapmıştım ama yayımlanmadı daha doğrusu yayımlayamadım. Çünkü röportaj yaptığım sanatçı asistanları gelecek kaygısından dolayı ne isim ne yer ne de tarih kullanmamı istediler. Bu da anlaşılır bir durum aslında çok dar bir çevrede para kazanmaya çalışıyorsunuz; bazı köşeler tutulmuş ve tekel gibi kullanılmakta. Bunları bilmemin başka bir nedeni de şu ara aktif olarak bu piyasada bulunmasam da ben de yıllardır sanatçı olarak var olmuş biriyim ve tüm bunları deneyimlerimden, şahit olduğum durumlardan yola çıkarak söylüyorum. Bunlara sanatçı ya da kültür alanındaki diğer emekçi arkadaşlarımla birlikte maruz kaldık, kalıyoruz. Diğer taraftan bu tür işleri sadece sosyal ve sembolik sermayeye ulaşım yolu olarak gören ve bu koşullarda çalışmayı kabul eden bir grup da var. Onlar zaten kendilerine verilen haklara ve paraya yaşamsal olarak ihtiyaç duymadıklarından bunları fark etseler dahi güvencesizlik meselesi onların sorunu haline gelmiyor diyebilirim.
Y. Ö: Bahsettiğin örneklerden yola çıkarak, emek piyasasına yönelik eleştirel söylemlerin sanat piyasası tarafından içerilerek karşı argüman silsilesiyle rasyonalize edildiğini, kültür emekçilerinin sanatın perdelediği ince sömürü tülünün altında, daha da “estetik” bir biçimde sömürü ilişkilerine maruz kaldığını belirtebiliriz. Ancak diğer taraftan, senin bahsettiğin kabulleniş hikâyelerinde de olduğu gibi, kültür emekçisi kavramının geniş katmanlı yapısı ve de sistemin işleyişindeki diyalektik sürecin bir sonucu olarak öznenin kendisini, piyasa ilişkilerini yeniden üreten bir fail olarak da görmemiz mümkün (mü?). Dolayısıyla sanatsal pratikler, estetik sorunsallar, dönüştürücü eylemler, gündelik olanla ve siyasetle kurduğu bağ bir karşı-iktidar ve direniş potansiyeli taşısa da, kültür emekçilerinin kültür endüstrisi rejimi içindeki hegemonik ağlar / iktidarlarla olan ilişkisini de göz ardı edemeyiz. Bu ikili süreci nasıl değerlendirirsin?
İ. Y: Soruna sanatçı gözünden cevap vermek istiyorum.Bu ikili süreçte baskın olan taraf kuralları belirleyen ve sanat eserini şekillendiren sanat hamileridir. Finanse eden ve üreten ilişkisinde denge gerekli ama maalesef yok. Sanatçı tarih boyunca birkaç kısa dönem dışında ne eşit ne de özerk olabilmiş. Dönemimizde önemli olan ise bu muhalefeti yapan sanatçıların ne ürettikleri ve ne söylediklerinden çok ürettikleri sanat nesnesinin hangi üretim mekanizmaları içinden geçerek bize ulaştığıdır. Ben bu yüzden bir süredir sanat pratiği ile ilişkimi minimuma indirgeme kararı aldım. Çünkü bu iktidar ilişkileri içinde benim için en önemli olan hakikati kaybetmeden yaşamaktır. Benim kendimi konumlandırışım, şu an için bu problem hakkında düşünmek sanırım.
Y. Ö: Keyfilik ve esnek koşulların baskın olduğu, buna rağmen entelektüel haz duyulması gereken / umulan bir alan olarak kodlanan kültür-sanat piyasasında, çalışanların kendilerini konumlandırma biçimleri hakkında ne düşünüyorsun? Burayı biraz daha açabilir misin?
İ. Y: Açıkçası haz dürtümüze hitap eden sanatın, çalışma koşullarından dolayı üretenlerine acı çektirmesi bayağı ironik bir durum! Ama bu ironinin, kültür-sanat piyasası çalışanlarının kaygıları arasında olduğunu pek gözlemlemedim. Bunun sebebinin de çalışanlara vaat edilen sembolik değerin çalışanlar tarafından kabul görmesi. Bu bir nevi güç, iktidardan pay alabilme umudu, haksız da sayılmazlar aslında. Alanda istihdam edilebilen yer sayısı o kadar az ki. Dolayısıyla kurumların sundukları iş imkânları bir lütufmuş gibi gösteriliyor ve hissettiriliyor. Emeğinizin karşılığında ise sunulan yarı ekonomik yarı sembolik bir değer. Çünkü sizin de günün birinde o seçkinlerden biri olabileceğiniz, hatta sahip olduğun iş ile adaylardan biri haline gelmiş olduğunuz sık sık hatırlatılan bir durum. Ben bunu entelektüel emeğin karşılığında ödenen bedelin (değiş tokuş nesnesi) bir parçası olarak görüyorum. Burada kimseye haksızlık etmek istemem ama benim gördüğüm herkes kendi sahip olduğu yeri korumaya çalışıyor. Ben de dâhil. Emeğimizin karşılığında aldığımız parayı ise seçkinler sınıfında daha kabul edilebilir olmak için onlar gibi tüketerek harcıyoruz. Elimizde geriye kalan ise içi boş, ekonomik değerden yoksun sömürülmüş bir kimlik oluyor.
Y. Ö: Konuştuğumuz meselelerin bugünden yarına çözüme kavuşamayacağı ve yapısal durumun bir parçası olduğu ortada. Bununla birlikte ne tür pratikler, müşterek ağlar bu sorunların aşılmasına katkıda bulunabilir?
İ. Y: Bunun sadece kültür-sanat kesimine ait bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Ancak sorunun asıl üst-kültürü üreten kısma ait olan ve sorumluluk almamızı gerektiren kısmı; yarattığımız dil, iletişim biçimi, ürettiğimiz ve aktardığımız anlamdır. Çünkü bunları izleyen, takip eden ve inan bir izleyici kitlesi var. Yani her şey -mış gibi ama onlar buradaki üretim mekanizmasının farkında değil ya da farkına varmaları çok güç. Kültür-sanat kurumlarını takip eden kesim büyük oranda seküler. Onlar maneviyatı, anlamı ve sembolik sermayenin de bir gereği olarak müzelerde, sergilerde ve galerilerde arıyorlar. Bunu anlatmak iletişim mecralarının tekelleştiği ve iletişimin tüketime döndüğü bir dönemde çok zor. Ne yazık ki benim de inancım yok, bu sadece bizim eşya ile kurduğumuz ilişkiden ibaret değil doğa ile olan ilişkimize de bakmalıyız. Kültür ve doğa birbirinden ayrı konularmış gibi gözükse de her ikisi ile nasıl ilişkilendiğimiz önemli. Balkonda domates yetiştirmeyi, organik yumurta almayı ve geri dönüşüme katkıda bulunmayı doğa ile ilişki zannedenler var. Herkes bireysel olarak aydınlanmasına ulaşmaya çabalamalı ya da kendi dünyasının simülasyonu ve konforu içinde kalmalı. Hakikate ve rafine bilgiye ulaşmak zaman alan, zahmetli ve pahalı bir iş. Ayrıca bu bilgiye ulaşmak ve üretmek bir iktidar meselesi. Bu yüzden hâlâ içinde etik unsurlar barındıran bireyler ancak bunu kendi için yapabilir. Topyekûn bir çıkış da bu noktadan sonra olabilir. Üretimi sadece kendisi için yapmayıp cömertçe paylaşanlar da belirttiğim nedenlerden dolayı okunmuyorlar. Çünkü bu yazılanları okumak için niyet ve her şeyden önce kullandıkları dili anlamak için emek gerekli.
Y. Ö: Belki piyasadaki güç ilişkilerine karşı herkesin eşit ve özgür bir şekilde üretim yapabileceği, sergi açabileceği, sanat aracılarının ortadan kalktığı kolektif mekânlar biraz da olsa deva olabilir diye düşünüyorum.
İ. Y: Bu konu aslında biraz karmaşık. Sanatçı tabanlı yürütülen mekânlar ve inisiyatifler de sonuçta projelerini gerçekleştirmek ve eser üretebilmek için sürekli fonlara ve yarışmalara ihtiyaç duyuyorlar. Ben de daha önce Almanya’da beş yıl boyunca böyle bir sanatçı inisiyatifinin üretken bir üyesiydim. Kendimizi var etmeye çalışırken gördüğüm en önemli sorun şuydu: Bu tür fonlar belli bir kültür politikası ile hareket ediyorlar ki bu doğru bir tutum ama asıl sorun kimin görünür olacağına ve neyin temsil edileceğine onların karar vermesi. Yani sırf siz çok iyi işler yapıyorsunuz, sofistike bir sanat anlayışınız var diye sizi desteklemiyorlar.
Özellikle Avrupa fonları, kendi toplumunu ve Avrupa Birliği’ne dâhil edeceği bölgeleri (Balkanlar, eski doğu bloku, bir zamanlar Türkiye de buna dahildi) yönlendirmek için kendi kimlik politikalarına uygun konuları tartışmaya açıyor. Aynı kavram ve temsiller hakkında çalışan gruplara ve sanatçılara destek oluyorlar. Zaten bunlara dikkat etmeden ya da göz önünde bulundurmadan bağımsız çalışmak neredeyse imkânsız. Dolayısı ile trend önceden belirlidir, sizin sadece projenizi ona göre yazmanız, eserinizi bu kavrama göre inşa etmeniz gerekir. Yani prosedüre uyduktan sonra “üstün yetenekli” ya da “dahi” bir sanatçı olmanıza hiç gerek yok. İşin matematiğini bildikten sonra her şey basit ve açıktır. Ölene kadar bir memur gibi bu fonlarla sanatçı olarak üretim yapabilirsiniz. Ama dert ettiğiniz başka şeyler varsa onlara maalesef pek yer yok. Bence asıl sorun da bu. Aslında temsil edilmeyen ya da görünmez olan büyük bir kesim var ve bu kesim bu kültür politikalarını üreten Avrupa’nın, “çoğulcu ve demokratik” söylemiyle taban tabana zıt. Zaten Suriye Savaşı ile birlikte iyice gün yüzüne çıkan göçmen meselesinde uyguladıkları ikiyüzlü politikaları da görüyoruz. Sonuçta, eksikliklerine rağmen ben yine de sanatçı inisiyatifleriyle çalışmayı tercih ederim. Çünkü orada sanat ve hayat birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıyor. Hatta birbiriyle buluştuğu ve örtüştüğü zaman çok oluyor. Bu da sanatçıların bilinci ve gayretiyle oluyor, kurumların değil. Yani umut var mı bilmiyorum ama sanatçılar sayesinde hayat var en azından.
Y. Ö: Ekleyeceğin bir şey yoksa vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim.
İ. Y: Ben de teşekkür ederim.